Türkiye devriminin siyasal-toplumsal güçlerinin en ileri unsurları, gelişmelerinin bu aşamasında, daha önce içinde hareket ettikleri siyasal-örgütsel ilişkilerin, gelişmeler karşısında yetersiz kaldığını, devrimci mücadelenin kendi içinde bir devrim yapması gerektiğini ve böylesine bir devrim arifesinde olduklarını görüyorlar. Çeşitli siyasi grupların bünyesinde varolan, kimisi açığa çıkmış derin sarsıntılar, devrimci öze sahip bu gelişmeyle eski örgüt yapısı, eski siyasi-toplumsal tesbitler, o ana kadar izlenen tutumlar ve Marksizmi kavrayışları arasındaki çelişmelerin sonucudur. Bu sarsıntılar, yeni devrim güclerini doğuracaktır; biz, bu devrimci sarsıntının yeni ürünleriyiz. Eski kabuğumuzdan sıyrılıyoruz; ve biliyoruz ki, bizi dış tehlikelere karşı koruyacak yeni kabuğumuz oluşana dek varlığımız bile tehlikededir.
İnsanlar, yeni bir giysiyi ilk giydiklerinde, yeniliğin getirdiği bir yabancılık, bir tedirginlik duyarlar. Alıştıkları zaman, o giysi zaten eskimeye yüz tutmuştur… yeni bir yabancılık, yeni bir tedirginlik gündemdedir. Sürekli değişen, akışan, her an yeni yenileri gündeme getiren hayat, bizden her an uyanık olmamızı ister, yeni yenilere hazır olmamızı ister. Gelişen ile gelişenin gerek kıldığı yeni ile uyumsuzluğa düştüğümüz an, gelişene doğru cevap veremediğimiz, geride kaldığımız ya da işi geçiştirmeye çalıştımız an, hayat gözümüzün yaşına bakmadan bizi bırakacak, kendisine uyum gösterenlerin koluna girecektir.
Hayat her zaman düşüncelerin önünde gider ve yeni düşünceleri, yeni düşüncelere uygun biçimleri doğuracak maddi koşulları beraberinde yaratır. Hayatın yeni maddi güçlerini iyi tanımalıyız. Ekonomik-toplumsal hayatın etkin güçlerini “bilmediğimiz ve hesaba katmadığımız sürece, tıpkı doğal güçler gibi, körü körüne, zorla, yıkıcılıkla işler. Ama onları bir defa anladığımız, işleyişlerini, yönlerini, etkilerini bir defa kavradığımız zaman, onları öz isteğimize gittikçe daha çok bağımlı kılmak ve onların aracılığıyla öz amaçlarımıza varmak, yalnız bizim kendimize bağlıdır.”(1)
“Materyalist tarih kavramı, insanın yaşamını sürdürmesine yarayan araçların üretiminin ve üretimin yanı sıra üretilen nesnelerin değişiminin bütün toplumsal yapının temeli olduğu; tarihte ortaya çıkmış her toplumda, zenginliğin dağıtıldığı ve toplumun sınıflara ya da takımlara bölündüğü tarzın, neyin üretildiğine ve ürünlerin nasıl değişildiğine bağımlı olduğu önermesinden hareket eder. Bu görüş açısından, bütün toplumsal değişmelerin ve politik devrimlerin ereksel nedenleri, insanların kafalarında, insanların sonrasız gerçeği ve adaleti daha iyi kavramalarında değil, ama üretim ve değişim tarzlarındaki değişmelerde aranmalıdır. Bunlar felsefede değil, her söz konusu çağın ekonomisinde aranmalıdır.”(2)
İşte bizi, mücadelenin yeni biçimine, yeni mücadele organ ve araçlarına gereksinme duymaya götüren şey, varolan değiştirmeyi amaçladığımız dünya ve ülke çapında egemen ekonomik-toplumsal temelin, bu temelde yükselen felsefi-siyasi-ideolo
Çeşitli siyasi hareketlerden kopma, kendi içimizde arınma ve yeni bir biçimlenme sürecimiz, bu kaygılarla doludur; ve devrimci içeriğe sahip bu kaygılarımız, bizleri aynı yüce amaçlar için, farklı noktalardan hareket etmemize karşın bir noktada bir araya getirdi. Bir kısmımız, daha önce içinde bulunduğumuz oportünist saflardan, revizyonist-oportünis
Faşizm Niçin Kazandı?
Egemen sınıflar, kavganın ilk raundunu kazandılar. Çeşitli milliyetlerden ezilen halkımız ve onların yurtsever devrimci-demokratik güçleri, en ileri unsurları, geçici de olsa yenilgiye uğradılar; koşullar faşist gericiliğin yararına bir gelişme gösterdi; faşist diktatörlük kuruldu.
Biliyoruz ki, faşist diktatörlüğün kurulması, bir yanıyla burjuvazinin güçsüzlüğünün, bir yanıyla da proletaryanın, devrimci-demokratik güçlerin öznel ve nesnel açılardan zayıflığının sonucudur.
Dünya kapitalizminin genel bunalımı, bütün dünyayı sarsan sınıf mücadeleleriyle daha da derinleşmektedir. Anti emperyalist ulusal, demokratik ve toplumsal kurtuluş rüzgarlarının keskinleşerek estiği Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın sömürge ve yarı sömürge ülkelerinde, bağımlı ülkelerinde emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarları tehlikededir. Emperyalizmin ve gerici ortaklarının çıkarlarını, eski yöntemlerle koruması artık mümkün görünmemektedir. Yükselen ulusal-toplumsal muhalefet kanla bastırılmalıdır. Halkların uzun yılların mücadelesiyle, kanları pahasına, karşılığında çeşitli acılara katlanarak kazandıkları demokratik-ekonomik haklar gasbedilmelidir; Afrika’da, Zimbabwe ve Ortadoğu’da, İran ve Latin Amerika’da Nikaragua örnekleri yenilenmemelidir. Hele hele devrimci bir Vietnam, Kamboçya örneği, asla!..
“İdeolojik mücadele ile partinin içindeki oportünist öğelerin ‘yenilebileceği’ni, parti çerçevesi içinde bu öğelerin ‘üstesinden gelinebileceği’ni savunan teori, partiyi felce ve kronik sakatlığa mahkum etmenin belirtisi olan çürük ve tehlikeli bir teoridir; bu teori, partinin oportünizme peşkeş çekilmesi tehlikesini doğurur; proleteryayı devrimci partisinden, emperyalizme karşı mücadelesinde, başlıca silahından yoksun bırakmakla tehdit eder. Eğer saflarında Martov’lar ve Dan’lar, Potressov’lar ve Akselrod’lar bulunsaydı, partimiz, doğru yolu tutamaz, iktidarı ele alıp proleterya diktatörlüğünü örgütleyemez, iç savaştan zaferle çıkamazdı. Eğer partimiz, iç birliğini ve saflarının eşsiz birliğini sağlayabildiyse, bu, her şeyden önce oportünizm pisliğinden kendini zamanında korumayı bilmesinden ötürüdür. Proleter partilerin gelişme ve güçlenme yolu, oportünistlerden ve reformistlerden, sosyal emperyalistlerden ve sosyal şovenlerden, sosyal yurtseverlerden ve sosyal pasifistlerden saflarını arındırmaktan geçer. Parti, saflarını oportünist öğelerden arıtarak güçlenir.”(3)
Ve, Lenin, ihraçlar konusunda der ki:
“Herkesin kabul ettiği gibi, İtalya’da, devlet iktidarını ele geçirmek için proleterya ile burjuvazi arasında kesin savaşlar yakındır. Böyle bir anda partiden ihraçları mutlak zorunlu olan yalnız Menşevikleri, reformcuları, Turaticileri kovmak yetmez; duraksamaya eğilimli olan reformcularla ‘birliği’ bozmamak için bunları bütün mevkilerden uzaklaştırmakta duraksama eğilimi gösteren kusursuz komünistleri de, partiden çıkarmak yararlı olabilir… Devrimin arefesinde, devrimin zaferi için en çetin savaşlar sırasında, parti içindeki en ufak duraksama her şeyi kaybettirebilir.”(4)
Biz, proleterya devrimi için yola çıkarken, daha ilk adımları atarken, atacağımız her siyasi-örgütsel adımın, geleceğimizi belirleyecek birikimleri oluşturacağının az çok bilincindeydik. Fakat hangi adımların içeriği gerçekten doğru, hangi adımların oportünizmden, revizyonizmden esinlenmiş olduğunu, ancak bir zaman içinde Marksizme danışarak bulmaya çalıştık. Marksizm bize, mutlak doğru, kesin, kutsal, dokunulmaz hiçbir şeyin olmadığını, hayata, özellikle siyasi hayata, eleştirel bir kaygıyla bakmamız gerektiğini öğretti.
Dünya ölçeğinde ve tek tek ülkelerde, emek ile sermaye arasındaki çelişmenin toplumsal ifadesi olan, burjuvaziyle proletarya arasındaki, emperyalizm ile dünya halkları arasındaki, emperyalistlerle emperyalistler arası çelişmenin özel bir biçimi olan, emperyalizmle sosyal emperyalizm arasındaki çelişmelerin artan bir hızla derinleşmesinin sonucu gelişen dünya kapitalizminin genel bunalımı, Türkiye’de de etkilerini gösterdi. Uluslararası bunalım, ulusal bunalımı etkiledi, derinleştirdi. Devrimcu durumu anımsatan rüzgarlar esmeye başladı. Yöneticilerin artık hükümet edemez duruma düştükleri görüldü. Halk da artık eskisi gibi yaşamak istemiyor, egemenler de, istedikleri halde eskisi gibi yaşayamıyorlar ve eskisi gibi yönetemiyorlardı. Bu durum, 1980 başlarında kendini açıkça belli etti.
Teorik olarak, emperyalizm ve proletarya devrimi çağında, devrimin nesnel koşullarının her zaman varlığı kabul edilmekle birlikte, devrimci durumların da hiç beklenmedik bir zamanda ortaya çıkabileceği, buna göre hazırlanmak gerektiği, kitleleri devrime hazırlama görevleri, devrimci siyasetlerce, teoride ne denirse densin, pratikte yeteri kadar ciddiye alınmadı, alınamadı; ve hatta “devrim” için yola çıkan bir yığın “siyaset” bu olguyu görmedi bile. Dar çekişmeler, genel mücadele içinde önemsiz, tayin edici olmayan dar pratik çalışmalarla yetindiler ve dar pratik, ufuklarını kararttı.
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı faşist işgali, ABD gericiliğinin başını çektiği dünya gericiliğinin bir kanadına bulunmaz bir fırsat yarattı; dünya çapında, kendine bağlı mevzileri güçlendirmeyi, İran olaylarıyla kendine çevrilmiş İslam namlularını ve tepkilerini, Sovyetler Birliği’ne doğru çevirmeyi başardılar. Bu arada, Türkiye’de de, faşist diktatörlüğün dış koşulları belli ölçülerde tamamlanmış oldu.
Görülen şuydu:
Faşist diktatörlüğü devreye sokmak isteyenler için, iç ve dış koşullar uygundu.
Uzun yıllar, iktidar olanaklarının kulanılmasıyla yaratılan faşist kadrolar, devletin faşistleştirilmesi çabaları, kilit noktaların tutulması, son bir atılımla oldukça belirleyici bir düzeye ulaşmıştı. Yukarıdan aşağıya doğru, resmi baskılarla da desteklenen faşizme uygun kitle tabanı oluşturma çalışmaları, kitle içinde süren, gizli ve açık faşist siyasi çalışmalarla, yıldırıcı ve yokedici terör eylemleriyle belli ölçülerde sağlanmıştı. Faşizm, kitle içinde, işçi, memur, vb. kesimlerde örgütlü bir güçtü artık.
ABD, Batı Alman ve diğer emperyalistler, mali ve askeri “yardım”a hazırdılar; çünkü onların en sadık uşakları siyasi iktidarı ellerinde tutuyorlardı ve kilit noktaları ele geçirmişlerdi. Emperyalizmin çıkarlarına uygun “cesur” uygulamalar yapılabilirdi. Yani halk, alabildiğine soyulabilirdi.
Afganistan işgali, anti komünist, anti Sovyet siyasi bir hava yaratmıştı. Sovyet tehlikesi bahane edilerek halk güçleri üstünde, iç gerici baskılar yoğunlaştırılabilir
Revizyonist, “sol”, oportünist, maceracı eylemler halkı usandırmıştı. Devrime karşı sempati yaratmak yerine, devrime ve devrimcilere karşı tepki yaratacak boyutlara ulaşmıştı. Faşist gerici çevrelerin eline, “anarşi… terör…” için yeterli anti propaganda malzemesi verilmişti.
Reformizme ve onun önderi Ecevit’e halk kitlelerinin bağladıkları umutlar yerle bir olmuştu. CHP ve MSP’nin özgül yapıları, yakın bir zamanda iktidar alternatifi yaratamazdı. İktidar olsalar bile, devletin yeni biçimini değiştiremezlerdi. Bunların yürütecekleri bir muhalefet üzerine de anti faşist bir mücadele temellendirilemezdi
Ve en önemlisi: Emekçi kitleler merkezi bir yönetim ve örgütlenmeden yoksundular; faşizm tehlikesi karşısında onları birleştirecek siyasi örgütlenmeleri, yani devrimci bir partileri yoktu. Varolan revizyonist, oportünist, devrim zararlısı örgütler, Marksist-Leninist eğilimli gruplar da, emekçi kitleleri birleştirmekten çok, onları bölmekteydiler.
Sonuçta, merkezi anlamda örgütsüz halk, faşizmin merkezi örgütlü güçleri ve ittifakları karşısında yenilgiye uğradı.
Türkiye, 1979 Aralık, 1980 Ocak-Şubat aylarını kapsayan, devrimci duruma uygun bir dönemi yaşadı ve bu fırsat kaçırıldı. Devrimci durumun bir devrime dönüştürülme olanağı öznel nedenlerden dolayı yoktu, ama en azından kazanılmış demokratik mevzilerin korunmasının ötesinde, ekonomik, demokratik yeni haklar ve mevizlerin kazanılması, faşist güçlerin geriletilmesinin olanakları vardı. Yenilgiyle sonuçlansa bile, kitlelerin devrimci girişkenliğini geliştirecek bir olanak, siyasi körlükler yüzünden, yıllardır işlenen grupçuluk hastalıklarından dolayı, örgütlenmelerin esas itibariyle bir savaş örgütü değil, bir düzen örgütü olmalarından dolayı kaçırıldı ve faşist diktatörlüğün kurulmasına sessiz kalındı ve üstelik birçok konuda, onların dolaylı yardımcıları durumuna düşüldü.
Faşist diktatörlüğün kurulması ve halkın yenilmesi, Marksist-Leninist ideoloji ve siyasetin başarısız kalması ve yenilgisi değildir; revizyonizmin, oportünizmin, küçük burjuva maceracılığının, doğmatizmin, grupçuluğun yenilgisi, siyasi körüklerin yenilgisi olarak değerlendirilmelidi
Faşist diktatörlüğün kurulması ve halkın geçici olarak yenilgisinin siyasi sorumluları halka hesap vermek zorundadırlar. Daha ileride yapacağımız açıklamalarla yenilginin sorumluları üzerinde özenle duracağız.
Yalnız, bazı sorunlara en azından başlıklar halinde değinmeden geçemeyeceğiz:
a) CHP yönetiminin, faşist diktatörlüğü önleme diye bir sorunu olmadı ve hatta faşist diktatörlüğün ön hazırlıklarına gücü oranında katkıda bulundu, faşist elebaşıları kolladı. Faşizme değil, faşizme karşı mücadele veren güçlere karşı amansız bir savaş verdi.
b) Aydınlık-TİKP karşı devrimcilerinin faşizme karşı olma, faşist diktatörlüğü engelleme diye bir sorunları gerçekten yoktu. Ve hatta faşist diktatörlükten yanaydılar. Siyasi hasımlarını gerici faşist güçlerin yardımıyla ezme planları vardı ve bu nedenle faşist diktatörlükten yanaydılar. MHP’ye karşı yönelttikleri sözde mücadele, esas itibariyle faşist diktatörlüğün asıl siyasi-toplumsal güçlerini gözardı etmeye, onları gözlerden gizlemeye, ABD ile faşist diktatörlük arasındaki kopmaz bağı karartmaya yönelikti. Dikkatleri, faşist diktatörlüğün esas güçlerine değil, tali güçlerine çekmeye çalıştılar. Ayrıca, faşizme karşı, tutarlı ya da tutarsız olsun, mücadele veren güçleri, burjuvaziye karşı olan güçleri, karalamak için ellerinden gelenleri yaptılar… ihbarcılık, polisle dolaylı işbirliği temel mücadele yöntemlerinden biri haline geldi.
c) Faşist diktatörlük tespiti yapanlar için, doğaldır ki, faşist diktatörlüğün önlenmesi değil, faşist diktatörlüğün yıkılması sorunu gündemdeydi. Nesnel olarak olmayan bir diktatörlüğe karşı mücadele, havanda su dövmekten farksızdı. Onlar, ellerindeki devrim güçlerini yanlış hedeflere yönelttikleri için, devrim enerjisinin bir bölümünü heba ettiler. Siyasi mücadelenin ve buna bağlı olarak siyasi eğitimin merkezini doğru tayin edemediler. Marksizmin temel yasalarını, ülke somutu temelinde kavrayamadıkları için, siyasi yanlışlıklardan kurtulamadılar; 1973’ten bu yana, sürekli bir biçimde, seçimlerde, boykotun nesnel koşulları bulunmadığı halde, boykot taktiği izlediler. Asıl hedefi hep gözden kaçırdılar; örneğin, CHP reformizmine karşı savaşırken, AP-MHP faşizmini unuttular… iktidarı gördüler, iktidara geleceği unuttular. Boykotun, özünde bir iç savaş çağrısı olduğunu, bunun da, kitlelerin içinde bulundukları nesnel ve öznel koşullara sıkı sıkıya bağlı olduğunu göremediler. Demokrasi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki derin bağı göremedikleri için, legal olanakları yeterince değerlendiremediler
d) Maceracı akımların kitleden kopuk, devrimci-demokratik çalışmalara zarar veren, kitlelerin içinde bulundukları ruh halini hesaba katmayan bireysel nitelikli şiddet eylemleri faşistlerce çok iyi kullanıldı. Az sayıda doğru cezalandırma, kamulaştırma ve şiddet eylemleri dışında, çoğunluğu yanlış olan şiddet eylemleriyle gerici burjuvazinin ve faşistlerin en zor zamanlarında “hızır” gibi yardımlarına koşuldu. Ekonomik-siyasi bunalımların, en yoğun olduğu dönemlerde, kitlelerin dikkatlerini başka yanlara çeken tutumlar izlendi. Faşizme karşı kitle eylemlerinin en geniş biçimde örgütlenmesi gereken dönemlerde faşizme karşı bireysel şiddet eylemleri öne çıkartıldı.
e) Faşizm tehlikesini küçümseyen, onun gelişim eğilimini doğru hesaplamayan, reformizm ile faşizm arasındaki ilişkiyi kavrayamayan küçük burjuva demokratları, her direnişi “faşizm gelir” mantığıyla karalamaya, engellemeye çalıştılar… Kitleleri sabırlı olmaya çağırdılar ve faşist diktatörlüğün kurulmasına yardımcı oldular.
f) Hâlâ, faşist diktatörlüğü görmeyen ve hâlâ “faşizm tehlikesi”nin sözünü eden, revizyonist-oportünis
g) Emekçi kitleleri, onların somut acil taleplerinden hareketle, kendi deneyimlerine dayanarak siyasileştirmek, doğru hedeflere seferber etmek, siyasi eğitimin odak noktasını açıkça belirleyerek devrim saflarına kazanmak yerine, daha ilk adımda gruba kazanma anlayışını hayata geçiren, bilinç düzeyleri az çok ileri olanları böldükleri yetmiyormuş gibi siyasi bilinç düzeyi geri emekçi kitleleri de bölen devrim zararlıları gruplar, birliğin öznel etkenlerinden biri olan birlik ruhunun yaratılması yerine, dar grup çıkarlarını, grup ruhunu kitlelere yayanlar, faşizme, revizyonizme düşmanlıktan çok, kendi grubundan olmayanlara düşmanlık duygularını aşılayanlar, faşizmin dolaylı yardımcıları oldular.
Burada önemle vurgulanmalıdır ki, her siyasi örgütlenme içinde bulunan ileri, dürüst, gerçekten devrim isteyen unsurlar; somut durumları yanlış tahlil eden ve somut durumlara uygun düşmeyen mücadele görevleri tespit eden, yanlış siyasi bir tutum izlemeye önayak olan önder kadrolardan, Marksizm-Leninizmin araştırılması temelinde, hesap sormalıdırlar. Çünkü sorun, şu ya da bu grubun iç sorunu değil, son tahlilde, yanlış siyasetle doğru siyaset, Marksizm-Leninizm ile revizyonizm, devrim ile karşı devrim arasındaki bir sorundur.
Yeni Dönem ve Yeni Biçimlenmeler
Öyle bir tarihi dönemi yaşıyoruz ki, siyasal alanda, nesnel olarak varlıklarını sürdüren toplumsal-siyasal güçler, esas yönlerini, gelişim eğilimlerini belirlemişlerdir. Önümüzdeki günler, yönlerin ve eğilimlerin alabildiğine netleştiğini, öz olarak aynı, biçim olarak farklı olan hareketlerin, özlerine uygun değişimlere uğrayacağını, bir araya geleceklerini gösterecektir. Netleşme süreci kimi zaman şiddete varan çatışmaları da içerecektir. Devrimle karşı devrim arasındaki siyasi hesaplaşma, devrimin ve karşı devrimin etki alanında bulunan kitlesel-toplumsal güçleri de derinden etkileyecek, bilinç değişimlerine, buna bağlı olarak siyasi tercihlerde meydana gelecek değişimlere yol açacaktır. Her kesimde, ekonomik-siyasi bunalımlara ve bu nesnel sürece uygun mücadele yöntemlerinin seçiminde ve uygulanmasında çıkacak ayrılıklara göre, ittifaklarda da ayrılıklar ortaya çıkacaktır. Daha önce, soyut teorik değerlendirme farklılıkları olarak ele alınan, esasa ilişkin görünmeyen bir yığın sorun pratik mücadelenin yoğunlaşmasıyla birlikte iç mücadeleleri derinleştirecek ve güçler, gerçek özlerinin belirleyeceği bir niteliğe bürünecektir. Bu nedenle bugün, belli ad ve etiketler altında varlıklarını sürdüren siyasi hareketler, etkileri altında tuttukları kitlelerin gerçek sınıf çıkarlarına uygun çözümler getirmedikleri sürece, o kitleleri saflarında tutamayacaklardır. Bu nedenle, biz Yurtsever Devrimci Demokratlar, bugün özellikle de gerici faşist burjuva partilerinin saflarında bulunan emekçi kitlelerin, siyasi sınıf bilinçlerinde meydana gelecek değişimlere bağlı olarak, revizyonist-oportünis
Gerek devrim, gerekse karşı devrim saflarında varolan, keşmekeş azalmayacak, aksine dünya ve ülke çapında varlığını sürdüren, ekonomik-toplumsal-si
Özellikle son on yılın siyasi çalkantıları, ekonomik bunalımları, emekçi kitlelerin bilincinde oldukça önemli değişikliklere yol açmıştır. CHP reformizmi ağır darbeler yemiş, yeni bir umutla, denize düşenin yılana sarılması örneği bel bağlanan AP faşizmi, kitlelerin burjuvaziye olan güvenini oldukça sarsmıştır. Öte yanda Sovyet emperyalizminin ve ona bağlı sosyal faşist partilerin etkileri, kabul etmek gerekir ki düne oranla daha da güçlenmiştir. MHP de, gerek örgütlenme düzeyi, gerek kitle ilişkileri, gerekse ideolojik etkileri açısından, düne göre daha da güçlüdür. Bütün bunlara karşın, şimdilik halk güçleri ve devrim güçleri olarak gördüğümüz çeşitli siyasi grupların bünyesinde bulunan kitleler açısından olsun, çeşitli milliyetlerden emekçi kitlelerin devrim isteği, düne oranla on kat yirmi kat daha yüksektir. Ezilen ulus ve halk saflarında, ulusal ve toplumsal bilinç oldukça gelişmiş, doğru değerlendirilebili
“İşçilerin kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olacaktır. Bugünkü toplumun bütün diğer sınıfları, mevcut ekonomik sistemin temellerinin korunmasından yanadırlar. İşçi sınıfının gerçek kurtuluşu —kapitalizmin iç gelişimi tarafından hazırlanan— bir toplumsal devrimi gerektirir; yani, üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması, bunun toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi bütün toplum üyelerinin tam refahının özgür ve her yönlü gelişmesini sağlamak amacıyla kapitalist mal üretiminin yerini ihtiyaç maddeleri üretiminin bütün olarak toplum tarafından sosyalist örgütlenmesinin alması.
“Bu proleter devrimi, toplumun sınıflara bölünmesine, dolayısıyla, bu bölünmeden kaynaklanan bütün toplumsal ve politik eşitsizliğe tamamiyle son verecektir.
“Bu toplumsal devrimi başarmak için proletarya, onu duruma hakim kılacak ve büyük amacına giden yol üzerindeki bütün engelleri aşmasını sağlayacak olan politik iktidarı elde etmelidir. Bu anlamda proletarya diktatörlüğü toplumsal devrimin zorunlu koşuludur.”(6)
Marx da şöyle der:
“Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilanıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.”(7)
Amaç olarak, toplumsal devrimi önümüze koymamıza karşın, gündemimizdeki devrim, toplumsal devrimin ilk aşaması olan Toplumsal Demokratik Halk Devrimi’dir. Siyasi talebimiz, proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi olan, Toplumsal Demokratik Halk Diktatörlüğü’dür.
Kısaca, Toplumsal Demokratik Halk Devrimi, emperyalizme ve sosyal emperyalizme karşı, ülke bağımsızlığını kazanma ve koruma görevlerini içeren, Türk, Kürt ve ezilen halkların anti emperyalist birleşik ulusal, sosyalist ve demokratik devrimidir. Daha ilerde bu konuya geniş yer vereceğiz.
Görevlerimiz oldukça ağır ve zordur. Başta proletarya ve yoksul köylülük olmak üzere, en geniş emekçi kitleleri, ezilen ulus ve halkları emperyalizmin, işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağalarının ve onların çanak yalayıcılarının boyunduruğundan kurtarmak; sosyal emperyalist tuzağa düşmekten kurtarmak, Çin revizyonist karşı devrimcilerine ve her türden gericiliğe karşı ezilen kitleleri uyanık tutabilmek ve çıkarlarını savunabilmek ve onları yönlendirebilmek için, devrim zararlılarına karşı da savaşabilmek; devrimci gelişmeye zarar veren, kitlelerin birleştirilmesine engel olan her türlü ideolojik-politik engelleri aşabilmek için, Marksist-Leninist ilkeler temelinde örgütlenmekten başka silahımız yoktur.
Açıktır ki, böylesine ağır görevlerin üstesinden gelebilecek bir örgüt, ancak mücadele içinde gelişebilir; mücadelenin zorlukları altında ezilen ve sorunlara cevap veremeyen bir örgüt, zaten doğal ayıklanmanın kurallarına göre ayıklanır ve hayat hakkını yitirir.
Devrimci Bir Örgütlenmenin Gerekliliği
Bazılarına göre, içinde bulunduğumuz koşullarda, yeni bir grup oluşturmanın ve bu temelde yeni bir örgütlenmeye gitmenin olanağı yoktur. Oysa biz, tam da bu noktada tam tersini düşünüyoruz. Koşullar, doğru ideolojik-siyasi temellerde yeni bir örgütlenmeye her zamankinden daha çok elverişlidir. Çünkü gerçekten devrim isteyen milyonların isteği bu doğrultudadır; nesnel süreç de buna uygundur. Düşüncelerimize karşı bir anlayışa sahip olanların bize karşı ortak bir tavır izleyeceklerini biliyoruz. Bu konuda hazırlıklı olmak gerekir. Onların bu mekanik anlayışları, idealizmin yön verdiği kavrayışlarının ve devrim zararlısı grupçu, kariyerist yapılarının doğal bir sonucudur. Grup kurmak ya da kurmamak kimsenin iznine, iradesine bağlı değildir.
Nasıl ki devrim kimsenin iradesine bağlı bir olay değilse, siyasi gruplaşmalar da kimsenin iradesine bağlı değildir. Biz, tarihin bize yüklediği devrimci görevlerimizi ancak bağımsız bir grup olarak yürütmekten başka bir çaremiz kalmadığı için bu yolu seçiyoruz. Devrimci mücadeleyi felç eden siyasal körlüklere, grup rekabetlerinin yarattığı yıkıntılara ve yobazlıklara, kapitalist üretim biçiminin doğal bir sonucu olan siyasal anarşiye ve bir bütün olarak devrim düşmanlarına ve devrim zararlılarına karşı mücadele yolunu seçiyoruz. Biliyoruz ki, burjuvaziye ve onun ideolojisinden esinlenmiş her tipten gericiliğe, revizyonizme ve kendisini “devrimci” gösteren her türden sapmaya karşı mücadelenin tayin edici sonuçları, son çözümlemede, ancak savaş alanlarında, silahlar tarafından karara bağlanacaktır. Bize, şimdilik eleştiri silahlarını yöneltmekle yetinecek olanlar, öyle bir dönem gelebilir ki, silahların eleştirisini yöneltebilirler. Bize yönelen her silaha, eğer haklıysak, doğru yoldaysak, daha güçlü silahlarla karşılık vereceğiz. Amacımız açıktır; devrim isteyen toplumsal güçleri, başta sanayi proletaryası omak üzere, bütün proletaryayı, en geniş anlamda köylülüğü, özellikle yoksul köylülüğü, şehir küçük burjuvazisini ve en geniş emekçi kitleleri, dağınık Marksist-Leninist eğilimli grupları ve kişileri, yani, Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden halkları, birleşik-ulusal-toplum
Neden Yurtsever-Devrimci Demokrat?
İçinde bulunduğumuz aşamanın özgül görevleri, sahip olduğumuz siyasi-felsefi bilinç düzeyi, devrimci deneyimlerimizin niteliği, devrimci ahlak ve tutum anlayışımız, kendimizi, Yurtsever Devrimci Demokrat adıyla tanımlamamızı gerekli kılıyor. Nasıl ki, Toplumsal-Demokratik Halk Devrimi, toplumsal devrimin bir ön aşamasıdır. YDD olmak da, “proleter devrimci” olabilmenin “komünist” olabilmenin ön aşamasıdır. Bir insanın kendisi için yaptığı değerlendirme, ancak pratiği tarafından doğrulanmalıdır ki, o değerlendirmeye kendi dışındakiler de katılabilsin. Öyle olmasaydı, bol keseden kendilerine “devrimci proleter”, “komünist” adlarını yakıştıranların etiketleriyle pratikleri arasındaki çelişkileri hesaba katmadan, kendileri için yaptıkları öznel değerlendirmelere katılmamız gerekirdi.
Belirtmeliyiz ki, “yurtsever” tanımını kullanmamız, bazı çevrelerce “şoven” olduğumuz biçiminde bir suçlamayı da beraberinde getirebilir. Ancak kısaca açıklamalıyız ki, “ulusal”ı nasıl “birleşik ulusal” anlamda ele alıyorsak, “yurtsever” tanımlamasını da, aynı içerikten yola çıkarak ele alıyoruz.
Marksizmin ABC’sini bilen herkes bilir ki, “yurtsever”, “devrimci”, “demokrat” olmanın, her sınıf için farklı bir ölçüsü, anlamı ve içeriği vardır. Biz, proleter yurtseverliğini, proleter demokrasisini, proleter devrimciliğini kendimiz için ölçü alıyoruz. Çünkü biz, gerçek proleter devrimciler olmak için çalışıyoruz.
Neden Yurtsever-Devrimci Demokrat?
Emperyalizme, sosyal emperyalizme ve Çin hegomanyacılığına ve bunların işbirlikçilerine karşı olma temelinde, çeşitli milliyetlerden halkın barındığı (*) yurdun bağımsızlığını savunmak. Bu anlamda bağımsızlığı savunmadan yurtsever olunamaz.
Faşizme, sosyal faşizme, her türden ulusal baskı ve şovenizme, feodalizmin kalıntılarına ve sömürgeciliğe; milliyet, ırk, renk, dil, din, mezhep tarikat farkı gözetmeksizin inanç ve siyasal özgürlüklerin önünde varolan bütün engellere; kadınların ezilmesine; her türden grup ve hotzotçuluğa karşı mücadele vermek, en geniş anlamıyla ulusların kaderlerini tayin ilkesini savunmak; sekter, dogmatik olmamak, eleştiriye dayanıklık göstermek; demokrat adına layık olmak isteyenlerin temel alacağı ilkelerdir. Ezilen ulustan bir kimse, yukarıdakilere ek olarak, dar ulusalcılığa karşı değilse, demokratlığı tutarlı sayılamaz.
Devrimci adına layık olmak için; diyalektik materyalist dünya görüşünü benimsemek, diyalektik materyalizmin yasalarını toplumsal olayların incelenmesinde kılavuz edinmek; sınıf mücadelesinin, proletaryanın zaferiyle sonuçlanacağına inanmak ve bu doğrultuda mücadele yürütmek; devrimde proletaryanın partisi aracılığı ile hegomanyasını ve proletarya diktatörlüğünü savunmak ve devrimin kitlelerin eseri olacağına inanmak; her türden revizyonizm, oportünizm ve reformizm ile arasına kesin bir çizgi çekmek; ülke devrimini, dünya proleter sosyalist devriminin bir parçası saymak ve kendi ülke proletaryasının çıkarlarını, dünya proletaryasının çıkarlarına bağlı görmek; kısaca, Marksizm-Leninizmin ölümsüz ilkelerine sarılmak ve bu ilkeleri ülkenin somut devrimci pratiğine yaratıcı bir biçimde uygulamak.
Yukarda belirttiğimiz ölçüler içinde bir devrimci olabilmek, aslında yurtseverliği de, demokratlığı da içerir. Doğaldır ki, bu düzeye ulaşabilmek, hem teorik, hem de pratik anlamda uzun yılların inatçı, sabırlı çabasını gerekli kılacaktır.
* Marks, “işçilerin vatanı yoktur” der. O, burjuva ulusal anlamda, ulusal sınırlara proletaryanın karşı olduğunu belirtir. Fakat nasıl ki proletarya, sınıf farklılıklarına karşı olduğu halde, sınıfları ortadan kaldırmak için, kendisini, kendiliğinden bir sınıf olmaktan çıkartıp kendisi için bir sınıf olmak zorundaysa, ezilen bir sınıf olmaktan sıyrılıp egemen bir sınıf olmak zorundaysa, son çözümlemede devleti söndürmek görevini yerine getirebilmek için, devlete karşı olduğu halde, proletarya diktatörlüğü devletini oluşturmak ve sağlamlaştırmak zorundaysa, her türden ulusal sınırları ortadan kaldırmak için de proleter görevlerini yerine getirebilmek için de, belli sınırları olan bir yurda (vatan) ihtiyacı vardır. İşte bu nedenledir ki, Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden halkların, Türk egemenlerinin baskı ve talanı altında bulunan, Kürt, Türk ve ezilen halkların yurdunu ele geçirmeleri gerekir. Ancak emperyalizmin, işbirlikçi kapitalizmin, toprak ağalığının ve bunların çeşitli milliyetlerden toplumsal dayanaklarının yenilmesi, siyasi iktidarlarının ve mülklerinin ele geçirilmesi sonucunda, varolan burjuva ulusal sınırlar içindeki Kürt, Türk ve ezilen halkların yurdunun kurtulmasıyla mümkündür ve ancak bundan sonradır ki, ulusların kaderlerini tayin ilkesi hayata geçirilebilir ve yeni yurtlar oluşabilir. Açıklamak gerekir ki, sınırların varlığı, sınırların korunması, özünde burjuva sınıf karaktere sahiptir. Ülke sınırları, özünde özel mülk edinmenin bir biçimini ifade eder. Komünizmin ilk aşaması olan sosyalizm döneminde komünizme varıncaya dek, burjuva-proleter zıtlığı, varlığını değişen oranlarda koruyacaktır. Komünizme varma, kapitalizmin etkilerinden kurtulma demektir ki, bu aynı zamanda her çeşitten sınıf sınırlarının da kalkması demektir. Sınıfların sönmesi, aynı zamanda sınıf özelliklerinin de sönmesi demektir. Eğer sınıflar yoksa, uluslar da olmayacaktır. Bu konuları başka yazılarımızda derinleştireceğiz.
0 yorum:
Yorum Gönder