Önce düşünceyi ele alalım.
İnsanın doğal ve toplumsal pratiği beyne yansır. Daha önce yansımış ve pratik süreç içerisinde algılama aşamasından geçerek kavramsal bilgi haline gelmiş birikimlerle ya da hâlâ algısal bilgi halinde bekleyen, biçimlenmesini henüz tamamlamamış birikimlerle çatışarak ya da birleşerek yeni bir senteze ulaşır. Bu sentez, şeylerin iç ve dış ilişkilerinin, şeylerle şeyler arasındaki bağların şeylerin kendi içlerinde ve dışlarında var olan zıtlıkların ve benzerliklerin değişen oranlarda kavranması için yapılan zihinsel yargılama ve çıkarsama işlemlerinin sonuçlarını içerir. Akıl-madde, teori-pratik diyalektiğinin ürünü olan bu zihinsel işleme, düşünme; beynin bir işlevi olan düşünmenin ürünü bileşimlere de düşünce diyoruz. Düşüncenin karakterini belirleyen, taşıyıcısının, yani insanın toplumsal varlığı, yani üretim faaliyeti içindeki yeri, mensup olduğu sınıf ilişkileridir. Sınıf mücadelesi, siyasi hayat, bilimsel, kültürel sanatsal uğraşlar, insanın toplumsal pratiğinin unsurları olmakla birlikte, üretim faaliyeti, bütün diğer faaliyetlerinin temeli ve belirleyicisidir.
Düşüncenin temeli, doğasal ve toplumsal ilişkilere ve esas olarak da maddi üretimdeki faaliyetine dayanır. Yansıma olgusu, nesnel gerçekliği ne derece tam ve bütün boyutlarıyla ifade ediyorsa, yansıyan şeylerin iç ve dış bağları, aralarındaki ilişkiler ne denli kavranıyorsa, düşünce o denli gerçeğe yakın olur. Yansıma ne denli eksik ve yetersizse, düşünce de o denli yetersiz olur. Yansıyan şeyler arasındaki bağlar ve ilişkiler ne denli kavranamıyorsa, düşünce o denli sağlıksızdır; yüzeysel kalır. Hangi konuda olursa olsun, insan düşüncesi başlangıçta sığdır, yüzeyseldir. Şeyler arasındaki bağlar kavrandıkça, düşünceler adım adım derinleşir, çokyanlılığa ulaşır.
İnsanları düşünmeye iten, doğalsal ve toplumsal ihtiyaçlardır. İnsanlar canları istedikleri için şöyle ya da böyle düşünemezler. Onları, birbirlerinden farklı düşünmeye iten maddi zorunluluklar vardır. Bu nedenler, insan iradesinden bağımsız, varolan nesnel koşulların ürünüdürler. Bu koşullardan kaynaklanan zorunluluklar da düşünmenin, düşüncenin, tutum ve davranışlarımızın maddi temelidir.
Bilim ve siyaset, kitlelere ulaşmak için çeşitli araçlardan ve organlardan nasıl yararlanıyorsa, sanat da çeşitli biçimdeki düşünceleri, kendi özgül yapısı, kuralları ve araçları aracılığıyla kitlelere ulaştırır. Sanat, alıcısını ve vericisini biçimleyen nesnel koşulların bizzat kendisidir. Bu yaklaşım, iradeyle koşullar ve bilinçle koşullar arasındaki karşılıklı etkileşimi gözardı etmez. İrade ile onun maddi temeli arasında sürekli bir alışveriş, değişme, değiştirme işlemi vardır.
Toplumsal düşünce ve sanat, kültürel süreç içerisinde yerlerini alırlar. Kültür, insanın yaşamını sürdürmek için yürüttüğü üretim mücadelesi sürecinde, tarih boyu kazandığı ve geliştirdiği, yaşamın her alanını ve her boyutunu ilgilendiren bilgi ve tecrübelerin tümüdür. Ekonomik, toplumsal, siyasal, tıbbi, felsefi, sanatsal vb. alanları da kapsamına aldığı gibi, gelenek, görenek, alışkanlık vb. şeyleri de içerir. Küçük büyük bütün insan topluluklarına bu topyekün bilgiler yumağı yön verir; insan ilişkilerini düzenler, kurallar getirir, yargılar, besler, büyütür ve süreç içerisinde gelişmesini sürdürür. Her ulus, kendi ulusal kültürüne dayandığı gibi, uluslararası kültür olanaklarından da uluslararası ilişkiler oranında yararlanır. Kültür alışverişi, uluslararası planda, ekonomik ve siyasi ilişkilere bağımlı olarak ele alınmalıdır.
Ulusal kültür, uluslararası kültürün, evrensel kültürün temelidir. Ulusal kültür olmadan evrensel kültür olmaz, olamaz. Ulusal ve evrensel kültürün, sınıfsal niteliklerinden gelen ikili tabiatlarından —ilerici ve gerici yanlarından— bu yazımızda, konuyu dağıtmamak için söz etmeyeceğiz.
Düşünce ve sanat, üretim sürecinde sıkı sıkıya bağlıdır ve üretim mücadelesinin, toplumsal ve siyasal mücadelenin hem etkileyicisi, hem de onlardan etkilenendir. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme, toplumsal düşüncenin ve sanatın gelişmesinin temelidir. Bu çelişme, hayatın her alanını etkiler. Düşünce ve sanat alanlarında varolan, düşünce ve sanatı geliştiren temel çelişmeler, kaynağını üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki sınıfsal çelişmelerden alırlar. Üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişme yok edilebilir mi? Hayır!.. Öyleyse, üretim güçleriyle birlikte zorunlu olarak gelişen ve aynı zamanda üretim güçlerinin gelişmesini etkileyen düşünce ve sanat da önlenemez; gelişmesi belli bir süre önlenebilir belki, fakat durdurulamaz. Baskı altındaki birikimler günün birinde ışığa kavuşur. Çünkü düşünce ve sanat alanındaki başlıca çelişmeler, kaynağını, doğayla toplum arasındaki çelişmelerden, toplumsal çelişmelerden alırlar. Doğa ile toplum arasındaki çelişmeler, kaçınılmaz olarak üretim güçlerini, özellikle de insanı teorik ve pratik alanlarda geliştirir. Ve giderek, gelişen üretim güçleriyle çelişen toplum biçiminin parçalanmasını mutlaklaştıran birikimleri oluşturur.
Her toplum biçimi, kendine özgü bir kültür yapısına sahiptir. Her toplum biçimi, kendisini değiştirecek ve yok edecek güçlerini yaratır. Ancak, üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin sürekli uyumunu sağlayabilecek toplum biçimi, kendi içinde gerekli değişimleri uygulayarak varlığını sürdürebilir. Bu sınıfsız toplumdur.
Tarih, bugüne dek beş toplum biçimi tanımıştır. Bu toplum biçimleri şunlardır:
İlkel komünal toplum.
Köleci toplum.
Feodal toplum.
Kapitalist toplum.
Sosyalist toplum.
Her toplum biçimine özgü üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişmeler, belli bir süre uzlaşır niteliktedir. Buna, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki uyum diyoruz. Her toplum biçiminin belli bir aşamasında, gelişen üretim güçleriyle, bu gelişmeye artık uyum gösteremez hale gelen üretim ilişkileri arasındaki çelişme giderek uzlaşmaz niteliğe dönüşür. Düşüncenin ve sanatın gelişimi, ekonomik ve toplumsal gelişmenin önündeki engellerin aşılması sürecinde, sınıflar arası mücadele açısından değerlendirilmelidi
İlkel komünal üretim ilişkileri, sınıflaşmayı doğuran üretim güçlerinin gelişimi sonucu parçalanır. Yeni üretim güçlerine uygun düşen bir üretim biçimi oluşur. Bu, tarihin tanıdığı ilk sınıflı toplum olan köleci toplumdur. Köleci toplum, ilkel komünal topluma göre, daha ileri ve gerekli bir toplum biçimidir. Köleci toplumda, köle sahipleri ve köleler sınıfı, toplumsal yaşamın temelidir. Köle sahipleri, kendi sınıf çıkarlarını korumak, ekonomik ve toplumsal ilişkilerini düzenlemek için bir güce, bir iktidar gücüne gereksinme duyarlar. Bu güç, sınıflaşma hareketiyle birlikte, adım adım, en ilkel biçimiyle de olsa kendini doğurmuş olan devlettir. Devletin görevi, egemenlerin sınıf çıkarlarını korumak için yasalar çıkartmak, kurallar koymak, yasaklar getirmek ve uyum göstermeyenleri, değişen oranlarda şu ya da bu biçimde cezalandırmaktır. Devlet, sınıf baskısının ifadesi olan şiddeti ve şiddetin organlarını gerekli hallerde işleten bir sınıf aygıtıdır. Sürekli ordu ve bürokrasi, devletin iki ana unsurudur. Bu iki unsur, özünde şiddetin uygulayıcılarıdırl
Tarihi süreç içinde biçimlenmesini tamamlayan sınflaşma hareketiyle birlikte, düşünce, sanat ve kültür de sınıf özelliklerini en ayırdedici biçimleriyle kazanırlar. Sınıflaşma berraklaştıkça sınıf düşünceleri de berraklaşır. Çıkarları çelişen sınıfların düşünceleri de birbirleriyle çelişir. Çelişmelerin derinleşmesi, egemenlerin şiddetini artırır. Sınıfsal yasaklar sınıflarla birlikte adım adım ortaya çıkar. Yasak olgusu, egemen sınıfların ezilen sınıflara karşı kendilerini korumak için getirdikleri, yasalarla beslenen, koruyucu ve gelişeni önleyici, değişik nitelikteki şiddeti içeren önlemler bütünüdür.
Köleci toplumda köle sahiplerinin devleti, kölelerin düşüncesini ve sanatını; feodal toplumda feodal beylerin devleti, serflerin, işçilerin; ve gelişen burjuvazinin devleti, işçilerin, köylülerin ve geniş emekçi kitlelerin düşünceleri ve sanatı üzerinde baskı kurar. Emperyalist burjuvazinin devleti, hem kendi halkı, hem de bütün dünyanın ezilen halkları ve milletleri üzerinde, kendisinden daha güçsüz kapitalist ülkeler üzerinde baskı kurmak ister ve bu doğrultuda ilişkilerini düzenler. Bizimki gibi yarı sömürge bir ülkede, burjuvazinin ve toprak ağalarının devleti emperyalizme bağımlıdır. Baskısı, kendi çıkarlarıyla birlikte, emperyalizmin çıkarlarını da korumayı amaçlar. Çünkü kendi varlığı ile emperyalizmin varlığı arasında binlerce bağ vardır.
Sosyalist toplumda da, işçilerin köylülerin demokratik diktatörlüğü, burjuvazinin düşüncesini ve sanatını baskı altında tutar. Sömürü düzenini yeniden hortlatmak isteyen her türlü girişimi ezer.
Bu arada belirtilmesi gereken bir nokta da, kendini sosyalist gösteren, özünde revizyonizmin iktidarda olduğu ülkelerdeki devletin durumudur. Oralarda da, revizyonist burjuvazinin diktatörlüğü, geniş emekçi yığınlar üzerinde, her alanda baskısını uygular.
Anlaşılacağı gibi, yasak ve şiddet birbirini tamamlayan iki unsurdur. Bizim konu edindiğimiz yasak, sırtını burjuvazinin ve toprak ağalarının “yasal” şiddetine dayayan gerici yasaktır. Şiddete dayanmayan yasak geçerli bir yasak değildir. İster burjuva, isterse proleter karakterde olsun bu böyledir. Toplumsal, düşünsel, sanatsal, siyasal vb. her eylem, egemenlere getirdiği ve getirebileceği zararlar ölçüsünde şiddeti içeren bir yasakla karşılaşır. Yasağa uyulmaması halinde, eylemin niteliğine göre, şiddet şu ya da bu biçimleriyle kendini gösterir. Yasağı ve şiddeti birlikte ele almak gerektiği için, yasaklara karşı direnirken ve yasakları aşmaya, geçersiz kılmaya yönelirken, yasaklara tekabül eden şiddeti de göze almak gerekir. Yasağın ardındaki şiddet göze alınmadan, şiddetin tahribatına karşı hazırlıklı olunmadan yasaklar aşılamaz. Şiddeti göze alan, gerekli disiplin, bilinç ve örgütlenme hazırlıklarını da yapmak zorundadır. Şiddeti göze alan, yasağı şu ya da bu oranda geçersiz kılar. Ya da şiddeti göze alamayan yasak karşısında boyun eğer, teslim olur. Bugün belli demokratik ve siyasi haklar kazanılmışsa, bu, binlerce demokrasi savaşçısının çeşitli baskıları göğüslemesi, işkenceleri yiğitçe aşmasının sonucudur. Kazanılmış her mevzide kan ve acı vardır. Ve bir bütün olarak gelişen sınıf güçleri, başta proletarya olmak üzere, bugünkü demokratik ve siyasi hakların yaratıcılarıdır.
Yasağın bir biçimi olan sansürü ele alalım. Sansür nedir? Kabaca ele alırsak sansür, bir eleme, ayıklama, budama hareketidir ve düşünceyi, düşüncenin somutlaşmış hali olan sanat eserlerini, özellikle de sinema sanatını, egemen sınıfların kabul edebileceği bir hale getirmekle yükümlüdür. Yani egemen sınıflar için sinema sanatını zararsız hale getirmektir. Yasaklar ve sansür iç içedir. Sansür yasağın özel bir uygulanış biçimidir. Fakat topyekün yasağı ifade etmez. Kısmi yasak sayılır. Ancak sansür, yani kısmi yasak, bir sanat ürünü karşısında çaresiz kalırsa genel yasağa başvurur.
Örneklerle açıklayalım: Sansür, bir filmin belli bölümlerini sakıncalı görür, o bölümleri keser. Yani sadece belli bölümlerin, sakıncalı bölümlerin gösterilmesini yasaklar. Kesme ve budama işlemi filmi egemenler için zararsız hale getirebilirse, orada sergilenen şeyler egemenler için kabul edilebilir duruma getirilebilirse, film, kuşa dönmüş biçimiyle de olsa sansürden çıkar. Kesme ve budama işlemi yetersiz kalırsa, yapılacak iş, filmi toptan yasaklamaktır.
Burada önemli olan nokta, genel anlamıyla yasakların önünde eğilmemek olmakla birlikte, kimi zaman bilinçli bir tutumla yasalarla sınırlanmış yasak duvarları arkasında da, hedefi yasağı parçalamak olan birikimlerin yaratılması için her alanda çalışmanın gerektiğidir. Yani tek başına şiddeti hiçe sayarak, yasağı çiğneyerek çalışmak ya da tek başına yasaklara rıza gösterip, yasal sınırlar içinde boğulmak yanlış olur. Yasal sınırlar içinde çalışmak, özünde yasakları parçalayacak birikimlerin yaratılmasına hizmet ettiği müddetce olumlu ve gereklidir; vazgeçilmezdir. Yasal sınırlar, aslında mücadeleye kazanılmış alanlardır ve bu alanlarda çalışmayı reddetmek, küçümsemek, bu olanakları son kertesine kadar kullanmamak “sol”culuktur, kesinlikle yanlıştır. Böylesine bir tavır, geçmişin mücadelesini hiçe saymaktır, geçmişin olumlu miraslarına sahip çıkmamaktır.
Çelişme, şeylerin doğasında varolan evrensel bir şeydir. Her şey, zıtların mücadelesini ve birliğini içerir. Çelişmelerin temel yasası budur. Yasak ve yasağa karşı mücadele, özünde sınıf mücadelesi demektir. Sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesi evrensel ve mutlaktır. Sınıflı toplumlarda sınıflar bütün olanakları ve çeşitli nitelikteki mücadele organlarıyla karşı karşıya gelirler. Ve hayatın her alanında, hiç durmaksızın savaşırlar. Sanat ve düşünce alanları da, sınıfsal savaş alanlarının ayrılmaz bir parçasıdır.
Ülkemizde, emekçi kitlelerin ekonomik, demokratik, toplumsal ve siyasal taleplerini içeren mücadeleleri çeşitli nitelikte resmi ve resmi olmayan gerici baskılarla ezilmek, engellenmek istenmektedir. Emekçi yığınların mücadelesine omuz veren, bu mücadelenin ürünü ilerici, devrimci, kültür, sanat ve düşünce akımları da, kuşkusuz gerici baskılarla karşılaşacak, engellenmek istenecektir. İşte sansür, sınıf mücadelesinin egemen sınıflar safında görev yapan bir kurum olarak özünde faşist bir baskı ve yıldırma aracıdır.
Sansür ve yasaklarla aramızdaki çelişme, sınıfsal bir çelişmedir. Bu çelişme, emperyalizme bağımlı işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağalarının siyasi iktidarı ile emekçi halk yığınları arasındaki çelişmenin, ilerici ve devrimci sanat ile devletin gerici faşist yöntem ve araçları arasındaki çelişmenin, sinema planına yansıyan biçimidir. Sansürün niteliğini değiştirmek ve emekçiler çıkarına giderek ortadan kaldırmak, sansürün bir devlet organı olması hesabıyla, ancak devletin niteliğinin değiştirilmesiyle mümkündür. Sansürün gittikçe ağırlaşması, aslında gerici burjuva ve toprak ağaları devletinin, anti demokratik burjuva diktatörlüğünün, faşist diktatörlük devleti biçimine dönüştürülmesi çabalarını ifade eder. Bu, kazanılmış birtakım hakların gaspedilmesidir. Devletin niteliğini değiştirmeden, devletin niteliğine dokunmadan, tek başına sansürü değiştirmeyi düşünmek, bu konuda hayaller yaymak aptallığın ötesinde halkı aldatmaktır. En kanlı faşist diktatörlüklerde bile, ne denli zor olursa olsun, yasadışı mücadelenin yanı sıra kuşa döndürülmüş biçimiyle de olsa yasal olanaklardan yararlanmak ve gaspedilmiş hakları geri almak için mücadele edilmelidir. Bu mücadele, faşizmin temellerini yıkmak için gerekli birikimler yaratır. Fakat devlet yetkililerinden bu konuda şefaat beklemek, onların “iyi niyet” gösterilerine aldanmak yanlış olur. Bu nedenle sansüre karşı mücadele ile anti demokratik gerici burjuva diktatörlüğüne karşı mücadele birleştirilmelidir. Anti demokratik burjuva diktatörlüğüne karşı mücadele veren sınıf güçleri arasına bizzat katılmadan sansüre karşı başarı elde edilemez.
Sonuçta düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: Düşünce, insan iradesinden bağımsız doğal ve toplumsal çelişmelerin ürünüdür. Doğa-insan, toplum-insan, sınıf-sınıf ilişkileri varoldukça, bu ilişkilerden kaynaklanan çelişmeler, bu çelişmelerin ürünü olan düşünceler de var olacaktır. Önlemlerle, baskılarla çelişmeler engellenemeyeceğin
Devrimci düşüncenin ve sanatın yasak karşısındaki tavrı, teslimiyetçi değil, çiğnemek biçiminde olmalıdır. Akar su yolunu bulur. Önündeki engelleri aşar, dağları deler, denize ulaşır.
Devrimci sanat ve düşüncenin yasak karşısındaki doğal tavrı budur.
1 Eylül 1977’de kaleme alınan bu yazı, Güney’in 5. sayısında yayınlandı.
0 yorum:
Yorum Gönder